Sezgin Kaymaz ile Söyleşi

“Okuyan toplumların evinde daha çok hayvan var, daha
hoşgörülü, daha barışseverler ve daha çok medeni...”
Sezgin
Kaymaz // Farfara
Şurda on küsür soru sordun, hiçbiri bu ilk ve son
soru kadar zor değildi diyorsun ki “Bu söyleşinin başına kendinle ilgili minik
bir paragraf yaz!”
Yazayım da, ben bildiğim şeyler hakkında yazamam ki
hiç. İşin kötüsü, kendimi gayet iyi biliyorum. Gene de... Değil mi ki sen
istedin, gayret bizden... Karım Hülya’yla birlikte ciddi bir hayvanat nüfusuyla
iç içe yaşadığımız bir kiralık evde oturuyorum;
Hayatta hiç malım mülküm olmadı, elime ne geçtiyse insana veya hayvana
dağıttım, harcadım. Hülya da benden az değil, pek iyi anlaşırız bu hususta. İki
yakamızı bir araya getirmemek konusunda çok başarılı bir aileyiz biz. Ama işte
tam da bu yüzden mutluyuz, birbirimize ve çocuklarımıza aşığız, tam da bu
yüzden sevinç dolu bir dünyamız var.
Çocuklarımız dediğim, evdeki evlad-ı hayvanat. Hepsi
kader kurbanı, hiçbiri satın alınmadı, marazsız olanı hiç yok; kimi kanser,
kimi kör, kiminin bir bacğı kopuk, kiminde kalça çıkığı var, köpeklerin kimini
köpek dövüştürcülerin elinden kurtarmışız, kedilerin kimini araba ezmiş, yol
kenarında can çekişirken bulmuş kurtarmışız; hayatta onların derdinden başka
derdimiz yok, onların iyi olmasından başka dileğimiz duamız yok.
Evimizin
kapısı da yok. Var olmasına var da, kendisinin kapı olduğundan haberi
yok, yaz kış yirmi dört saat açık; dosta da düşmana da. Ama şunu itiraf edeyim,
düşman olan pek giremiyor doğrusu, köpekler izin vermiyor. Dostlar da ne zaman
arzu ederlerse çıkıp çat kapı geliyorlar. İyi seviyoruz, bu yüzden de iyi
yaşıyoruz. İyi yaşamak için iyi sevmek lazım. Gerisi hikaye.
Bu da benim hikayem.
Bitti.
Sevgili
Sezgin, neden yazmaya başladın? Yani, çok farklı şeyler yaparken yazmak nereden
çıktı?
1989’da trafik kazası geçirip sol elimin
parmaklarını kaybedinceye kadar acayip güzel saz çalardım, zannettiğin
kişi”Olduğun Kişi” mefhumunda buluşup bir kişi olabiliyorsa hep olur. Sen
göründüğün gibi olursan yazdıkların da olduğu gibi görünür. Galiba işin sırrı
bu.
Kolay
mı yazarsın? Yazarken akıp gider mi yoksa hiç tıkandığın ve devam edemediğin
olur mu?
Yazmaya kaptırdığım zaman susamışım da sürahiyi
tepeme dikmişim gibi, su içer gibi yazarım, hiç zorlanmam, sen şurada otur
televizyon seyret, patırda, gürültü yap, ara sıra bana laf at, hem sana cevap
yetiştiririm, hem televizyonda seyrettiğin dizi hakkında yorum yaparım, hem
senden daha çok gürültü yaparım, hem köpekleri çişe çıkarırım. “Beni yalnız
bırakın, bi sessiz olun, roman yazıyoruz şurda!” gibi kaprislerim yok hiç. Çok
rahat yazarım. Akar gider. Sefam olsun.
İyi
yazmak sence yetenek mi, yoksa öğrenilebilir mi? Yazar doğulur mu, olunur mu?
Şimdi yetenek diyeceğim, “Baak, ben nasıl da
yetenekliyim.” Demişim gibi olacak, değil diyeceğim, dediğime en başta kendim
inanmayacağım. Şöyle toparlayayım: Eğilim olmalı, eğilim yetmez, yönelim
olmalı, yönelim de yetmez, dil bilgisi ve hayat bilgisi olmalı, bilgi de
yetmez, gayret olmalı, gayret de yetmez, yetenek olmalı.
İnşallah çam devirmemişimdir.
Sezgin,
sen bir karakter uzmanısın. Bu nasıl oluştu, gelişti?
Estağfurullah. Estiği gibi yazıyorum ben, kimsenin
işine karışmıyorum, karışmayınca karakterler kendi karakterlerini rahat rahat
oynuyor, o zamanda ortaya herkesin “ta kendisi” çıkıyor.
Yazmadan
önce hiç plan yapmadığını, film seyreder gibi yazdığını biliyorum. Siz merakla
okuyorsunuz, ben de merakla yazıyorum diyorsun. Peki, kafanda yazdığın şeyle
ilgili düşünceler olmuyor mu? Önceden düşünmüyor musun? Ya da yazmadan önce
araştırma yaptığın olmuyor mu?
Katiyen. Araştırsam, soruştursam, ne yazacağımı
düşünüp planlasam da ona göre yazmaya kalksam mallaşırım ben, tek satır
yazamam. Bilmiyorum, belki de yazmak istemiyorumdur; sonunu bildiği bir macera
filmini niye seyretsin ki insan? Sen harıl harıl Agatha Christie okurken ben
yanına yaklaşsam, “Şş, bana bak, katil uşak!” desem hevesin kalır mı?
Belki öyle geliyordur bana da.
Annenin
hayatında önemli ve etkili bir yeri olduğunu biliyorum. Kullandığın
kelimelerde, mizahi bir anlatım dilinin oluşmasında annenin etkisi var mı
acaba?
Okur ve okuturdu annem. Evimizin en kıymetli madddi
varlığı kitaplarımız ve annemin bir marangoza veresiye yaptırdığı
kütüphanemizdi. Ondan gördük biz, bizi onun bu tavırları eğdi, büktü. Takvim
arkalarını okur, gazeteleri son satırına kadar yalar yutar, haftada en az bir
kitap bitirirdi. Öldüğü güne kadar elinden kitap, gözünden okuma gözlüğü
düşmedi hiç. Okumanın bir zevk veya sosyal faaliyet değil de, el gibi, kol
gibi, göz gibi bir ihtiyaç olduğunu ondan öğrendik. Mizahın da öyle. Her hafta
sonu ne kadar mizah dergisi varsa toplayıp getirir okur, kıkır kıkır gülerdi. O
okur, sonra biz beş kardeş, kimin gücü kime yeterse kapışırdık o dergileri. Acı
dolu, yoksulluk ve yoksunluk içinde bir hayatımız vardı ama o hayata gülerek
bakabiliyorduk bu sayede. Tabii ki anne etkisidir, başka ihtimal yok.
Biraz
da hayvanlardan konuşalım mı? Hayvanları çok seviyorsun, hepsine insan adları
vermişsin, neden?
İnsan
adı ne demek ki? Öyle bir kavram mı var? Çinliler çocuklarına “Işıltılı Zümrüt
Topacı”, “Sert Erik” diye isim koyuyorlar; ne diyeceğiz şimdi? Onlar bir buçuk
milyar, biz seksen milyonuz, doğrusunu onlar yapıyorsa biz insan ismi koymuyor
muyuz yani? Kaldı ki bizim dilde Aslan diye, Kiraz diye, Demir, Ayaz, Mavi diye
envai isim yok mu? Var.
Eee, bütün isimler bize ait o zaman, hayvanlara ne
isim kalıyor? Köpeğin adı Rex olunca
oluyor da Yasemin olunca niye olmasın? Söyleyeyim mi bizim çocukların
adlarını? Sokaktan kurtardığımız son kedimizin adı Seyidali meselaa. Daha ister
misin?
Köpek,
10 kediyle yaşamak nasıl bir şey?
Onlarsız yaşamak nasıl bir şey asıl... Düşünsene,
oturuyorsun evde, aman da şu eşyalar ne kadar önemli, oh oh oh, ütünde hiç tüy
yok, tertemizsin maşallah, kendi hayatından başka en ufak bir sorumluluğun da
yok mis gibi, iti köpeği kediyi eniği kendinden uzak tutarak mühim biri gibi
steril bir şekilde yaşayıp gidiyorsun kös kös. Bilmiyorsun ki seni sevdiğini
zannettiğin hiç kimse aslında seni sevmiyor, sana tahammül ediyor herkes,
seninle geçiniyor, seni idare ediyor, sahiden seven bile sen onun tahammül
sınırını zorlayıncaya kadar sevebiliyor en fazla; bunu bilirsin de bilmezden
gelirsin, bir toparlansan, bir kafanı çevirmeyip de bu gerçeği kabul etsen
hemen sokağa çıkar bir hayvanı evlat edinirsin. Ne olursan ol, nasıl olursan
ol, ne yaparsan yap veya yapma, seni sen olduğun için sevecek tek varlık o
çünkü; eşyadan da temiz, senin o pek mühim çevrenden de temiz. Tertemiz.
Bana sorduğun soru bu değildi tabii. Onlarla yaşamak
nasıl bir şey dediydin sen. Söyleyeyim. Duvarın, koltuğun, kanepenin hiç hükmü
yok bizim evde, halının kilimin hiç havası, afrası tafrası yok, iki yüzlülük
yok, yalan yok, yalandan seviyormuş gibi yapmak yok; herkes neyse o, ne
mücevherat caka satabilir bize ne para ne pul, çünkü sevda var bizim evde, aşk
var. Bu ikisi gelince senin kalıpların, prensiplerin, titizliklerin,
pimpiriklerin kalkar gider, geriye sen kalırsın ve seni sen yapan şeyler kalır.
İşte böyle bir şey on beş evlad-ı hayvanatla beraber yaşamak. Hayat hayat
olacaksa böylesi olsun. Daha ne olsun?
Hayvanlar
hep var mıydı? Onlarsız bir dönem oldu mu hayatında?
Çok kısa bir dönem, Ankara’daki sporculuk ve
öğrenicilik hayatımın çok başlarında, iki senecik hayvansız yaşamışlığım oldu,
ama o iki sene iki asır gibi geldi bana. Kendimi bildim bileli etrafımda,
evimde, yanımda yöremde havlayan, miyavlayan bir şeyler vardı hep, öyle
büyümüştüm, eksikliklerini hep hissettim.
Köpeklerini
çok sevdiğini biliyorum. Kedilerin için ne söylersin?
Hiç fark gözetmiyorum, köpek neyse kedi de o. İkisi
de sevda, ikisi de aşk. Kedi köpeğe göre daha başına buyruk, daha bana neci,
köpek kediye göre daha itaatkar, daha koruyucu; fark bundan ibaret.
Kedici
dergisini okurları için eklemek istediğin başka bir şey var mı?
Doğum günlerinde, ilk buluşma, evlilik yıldönümlerinde, anneler gününde, babalar gününde, sevgililer gününde, dünya sigarayı bırakma gününde, yerli malı haftasında, daha da ne kadar işaretledikleri “özel” tarihler varsa işte o tarihlerde sevdiklerine incik boncuk hediye etmesinler, sen ölürsün, o eşyalar sana naik yapıp yaşamaya devam eder, ortalığı katıp kaarıştırır, dünyayı da hayatı da cehenneme çevirir. Kitap hediye etsinler, kitap cennete de gelir seninle, ve dünyayı cennete çevirir. Okuyan toplumların evinde daha çok hayvan var, daha hoşgörülü, daha barışseverler ve çok daha medeni. Niye sence?
Söyleşi: Arzu Özgen
Fotoğraf: Sezgin Kaymaz
KEDİCİ AŞKINA ARA
EN YENİLER
Kedi Ürolojik Sendromu - Emre Er
16.01.2021Kedi Kasabası
15.01.2021Evcil Kral; Karslan - Emre Ünal
15.01.2021Kedilerde İletişim - Dr. Tarkan Özçetin
15.01.2021Şiirler Ve Kediler - İ. Ethem Polat
14.01.2021TÜRKİYE'NİN KEDİ HASTANESİ
